MEVA
Son bir hışımla tekrar koşmaya başladılar. Arkalarından gelen suyun, onları kovalayan rüzgarın, sarsılan yerin ve yarılan toprağın gücü ellerindeki uçurtmaya hükmedemedi. Durmadan koşuyorlardı, koşuyorlardı, koşuyorlardı. Tam tükenmişken güçleri kendilerini bir uçurum kıyısında buluverdiler bir anda. Herkes bir tesbih tanesi gibi art arda tutundu uçurtmanın ipine ve kendilerini o sonsuz boşluğa bırakırken hepsinin aklından şu cümle geçiyordu sadece “Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır, Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır, yardımcısıdır.” Kanatlanmış bir kuş gibi süzülürken boşlukta, arkalarından son bir dua edemeden bıraktıklarının hüznü ateş oldu yüreklere, koşmaktan nefes nefese kalan ciğerlerin sızısı, az önce ipe tutunmaya çalışırken yarılan ellerin acısı hepsi bir birine karışmıştı… Derken yukarıdan gelen bir büyük yağmur tanesi tüm yüzünü ıslatmıştı Meva’nın. Tam yüzünü silerken bir büyülü ses ile uyandı uykusundan…
Şıngıl mıngıl şıngıl mıngıl şıngıl mıngıl okula… Annesi her sabah bu maniyle uyandırırdı Meva’yı. Mani biter bitmez annesi Meva’ya seslenirdi “Hadi kalk elini yüzünü yıka, okula geç kalma!” Bir kez bile unutmazdı bu maniyi. Bu mani Meva’yla annesi arasında evrenin tüm anlamını içinde taşıyan bir senfoni gibiydi. Meva gördüğü rüyanın tesirinde annesinin boynuna sarılıp nefes nefese günaydın diyebildi sadece…
Meva rüyasında gördüklerini annesine anlatmayı çok severdi, bunu da anlatmayı düşündü ama nedense bu gördüğünü tam hayra yoramadı, annesi endişelensin istemedi ve sustu. Her zamanki gibi elini yüzünü yıkadı, okul elbiselerini giydi ve kahvaltıya oturdu. Gördüğü rüyanın etkisindeydi hala, pek iştahı da yoktu bu yüzden. Çatalla tabaktaki zeytini bir o yana bir bu yana sallarken annesinin sesiyle irkildi bir anda “Meva servisin geldi!”
Aceleyle montunu giymeye çalıştı. Bir kolunu taktığı montunun diğer kolunu tam giyemeden eline çantasını alıp koşar adımlarla servise doğru gitti. Servise bineceği sırada kapıyı açan şoför Hüseyin amcanın elindeki yara dikkatini çekti Meva’nın. “Aynı rüyadaki ipi tutmaya çalışan insanların elleri gibiydi elleri, yoksa Hüseyin amca da mı o rüyadaki insanlardan biriydi?” Bu düşüncelerle her zamanki koltuğuna oturdu ve kapı “şak” diye kapandı. Meva serviste sürekli cam kenarına oturur ve yol boyunca gözlediklerini akşam günlüğüne yazardı. Genelde aynı yollardan geçilir aynı insanlar görülürdü ama olsundu, Meva için her yeni gün yeni bir âlemdi, aynı insanları ve aynı mekanları yeni bir heyecanla izlerdi, özlerdi. Bir an evden aceleyle çıktığı için besleyemediği hayvanlarını düşündü, onlara karşı kendini mahcup hissetti. Meva’nın iki muhabbet kuşu ve akvaryumda üç balığı vardı. Okuldan eve döndüğünde ilk iş olarak onları besleyeceğini düşünerek duyduğu mahcubiyetten kurtuldu. Evinin olduğu caddenin hemen ilerisinde büyükçe bir park vardı. O parkın tam karşısında sınıf arkadaşı Yusuf’u alırlardı her gün. Servis usulca yaklaştı durağa ve Yusuf servise bindi. Yusuf; esmer, biraz zayıf ve somurtkan bir çocuktu. Yusuf servise selam vermeden binerdi hep, aslında derse de pek katılmazdı, teneffüste de uzak dururdu herkesten susardı durmadan susardı, konuşmayı hiç öğrenmemiş gibi susardı… Ama Meva Yusuf’un niye böyle davrandığını bilirdi. Meva bir gün evlerinin yakınındaki parkta ailesiyle beraber vakit geçirip eğlenirken Yusuf’un da ailesiyle birlikte oraya gezmeye geldiğini görür. Yusuf’a selam vermek için yanlarına gider yakınlarında oturur.Biraz zaman geçince Yusuf’ları getiren teyzelerin kendi aralarındaki konuşmalarına kulak misafiri olur. Yusuf’la gelenler onun kardeşleri, onu getirenler de annesi falan değilmiş. Anne babası yeni ayrılmış Yusuf’un, geçinememişler… Hepsi “sevgi” evinde kalan, “yuva”da kalan, yurttan gelen çocuklarmış. Yani Yusuf anne ve babasıyla yaşamıyormuş. Onun durumunda olan çocuklarla aile olmuşlar, devletin korumasında şefkat bulmuşlar. O yaşta bir çocuk için ne büyük bir yaraydı bu durum. Kendi ailesini düşündü durdu Meva. Yusuf kim bilir nelerin özlemini çekiyordu? Mesela Meva gibi rüyalarını anlatmak istediğinde annesine ne yapıyordu nasıl hissediyordu? Ya bir kabustan sonra annesine sarılmak istediğinde, gece yarısı susadığında…Meva tüm bunları düşünürken daha birkaç dakika önce ayrıldığı annesine öyle bir özlem duydu ki burnunun direği sızladı ve servisten iner inmez koşmak koşmak ciğerlerini sonuna kadar havayla doldurup haykırmak istedi şu kelimeyi “Neden?” Ve ardından “Keşke Yusuf kardeşim olsaydı, o zaman mutlu bir ailesi olurdu.” Dedi içinden. Sonra “Keşke Yusuf’lar annesiz babasız kalmasa” diye geçirdi içinden…
Çocukların bağrışmalarının ve çıkardıkları gürültülerin etkisiyle belli belirsiz duyulan zil sesinden okula yaklaştığını anladı. Meva’nın okulu diğer okullardan farklıydı, çok güzeldi. Sağlı sollu uzanan iki parkın tam ortasına kurulan okulu, bu iki park çevrelemişti. Ve rengarenk çiçeklerle kaplıydı her yer; lavantalar, sardunyalar, manolyalar, menekşeler… O yüzden okulun adı da Çiçekli’ydi. Yaz kış insanın içini ısıtıyordu okulun çehresi. Okulun güvenliğinden sorumlu Sıla ablaya selam verip okul kapısından içeri girdi Meva. Her gün sınıfça toplandıkları tören alanına gelince etrafı şöyle bir süzdü ve giriş ziliyle beraber arkadaşları ve öğretmeniyle beraber sınıfına çıkmaya başladı. Sınıfta da cam kenarında oturuyordu. Teneffüslerde bahçeye çıkmadığı zamanlarda pencereden okul bahçesini, arkadaşlarını, onların oynadıkları oyunlarını izlemekten müthiş keyif alırdı. Meva bütün derslerini severdi ama fen dersine ayrı bir ilgisi vardı. Meraklı ve maceracı kişiliği bu dersi onun için apayrı bir yere koymuştu. Gözü bir önceki gün derste yaptıkları minik uçurtmalara takıldı. Öğretmeni her bir arkadaşının uçurtmasını özenle duvardaki panoya iliştirmiş, sınıfı bir güzel süslenmişti. Rüyasında gördüğü o dev uçurtmayı ve rüyada yaşadıklarını tekrar hatırladı. Evet okula girince Meva hep kendini iyi hissederdi ama bugün farklıydı. İçinde hiç dinmeyen bir hüzün vardı sanki. Gördüğü rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamıyordu.
Öğretmenin “Bugün canlılar dünyasını işleyeceğiz” sözüyle kendini toparladı ve derse başladılar. Derste öğretmen; şu ana kadar tespit edilen canlı sayısının bir milyonu geçtiğini, bilim insanlarının son araştırmada 8 milyon 700 bin canlı türü tespit ettiklerini ve aslında doğal hayattaki canlı türlerinin 100 milyonu bulabileceğini, bunu tespit etmek içinse bin yıl gibi uzun bir süreye ihtiyaç olduğunu anlattı. Öğrendikleri her zaman olduğu gibi Meva’yı çok heyecanlandı, merakı katlanarak arttı ve hayalî bir yolculuğa çıktı. Meva bazen kanatlanmış bir kuş, bazen suda yüzen bir balık, bazen bir arı, bazen de bir ceylan olup canlılar âleminde yolculuk etmeye başladı. Dâhil olduğu bu âlemlerin büyüklüğü karşısında kendini mini minnacık hissetti. Önce sular âlemine girdi. Denizleri, okyanusları, gölleri, nehirleri ve çayları dolaştı. Orada gördüğü rengarenk balıklara, deniz yıldızlarına, yosunlara ve suyun diğer sakinlerine selam verdi. Ardından hava âlemine yolculuk başladı. İlk olarak v şeklinde uçan kazlara arkadaşlık etti, ardından bir kartalın 2 kilometreden bakan gözü oldu, bazen yavrularına yiyecek bulan bir serçe, bazen çiçekten çiçeğe polen toplayan bir arı oldu ve yere indi bir süre sonra. İner inmez develer karşıladı Meva’yı. Hani o çöl sıcağında günlerce susuz yaşayabilen develer… Bütün çölü gezdi Meva, yüzlerce çeşit hayvana rastladı; sürüngenler, çekirgeler, fareler, tilkiler ve daha neler neler. Biraz sıcaklamış olmalı ki bir anda kendini kutuplardaki eskimoların buzdan evinde buldu. Dışarıya çıktığında kutup ayısı, kar baykuşları, kutup tilkileri, beluga balinaları ve geyiklerle karşılaştı. Hepsi bir türkü tutturmuş gibiydi; “yaşamak ne güzel, bu göğün mavisinde la la la la la la” tam eşlik ediyorken onlara bir ormanda buluverdi kendini. Ağaçtan cevizi kapan bir sincap ceviz yiyordu neşeyle ve biraz ötede ağaçtan ağaca atlayan maymunlar, ormanlar kralı aslan, zürafalar, filler ve ceylanlar…
Meva çalan zilin sesiyle bir anda sınıfa geri döndü. Öğretmeninin anlattıklarından o kadar etkilenmişti ki uzun süre kendine gelemedi. Bütün öğrendiği canlılar dünyasını; hayvanları bitkileri düşündü hep. “Her biri ne kadar da muhteşem, acaba akşam babama hangisini anlatsam?” diye geçirdi içinden. “Milyonlarca canlı var bu yeryüzünde. Hepsi de kendi yaşadığı mekâna uygun kıyafetler giyinmiş ve farklı özelliklerle donatılmışlar. Sesleri, renkleri, şekilleri ve yaşamdaki görevleri değişik hepsinin. Allah’ım bu kadar canlı milyonlarca yıldır nasıl doyuyor her gün?” Besin zinciri geldi aklına ve asıl aradığı melodiyi o zaman buldu. Ve bu canlıların içinde en akıllı olanı insan… Bütün bu doğa, yer, gök, deniz hepsi bize yaşam sunmak içindi… Evet bu dünya kocaman bir “yuva” idi hepimize ve bizler içindeki yolculardık… Tekrar kutuplardaki şarkı geldi aklına “yaşamak ne güzel, bu göğün mavisinde la la la la la la” Bu düşüncelerle meşgulken zihni teneffüsün bittiğini anlamadan yeni ders çoktan başlamıştı bile.
Gün onun için o kadar yoğun geçmişti ki okul bitimi servise biner binmez uykuya daldı. Evin önüne gelince babası karşıladı onu, beraber eve çıktılar. Eve girer girmez her zamanki gibi elini yüzünü yıkadı, okul kıyafetlerin çıkardı, ev elbiselerini giydi ve oturma odasına geçti. Sabah aceleyle çıktığı için besleyemediği hayvanlarının yanına gitti hemen. Önce akvaryumdaki balıklarının yemini attı. Balıklar o yemi sadece Meva’nın elinden yemek istercesine, suyun içinde adeta dans ediyor; yüzeye yaklaşıp yaklaşıp kapıveriyorlardı yemlerini. Her bir balık bu dansa ve ziyafete ortak olarak yemlerini yediler. Sıra muhabbet kuşlarındaydı, Mevaların ailesi genelde kuşları kafeste tutmazlardı, kuşlar evin içinde oraya buraya dilediğince konarlardı. Sadece ihtiyaçları olduğunda, susadıklarında ve uyku vakti kafeslerine girerlerdi. Kafesin kapısı bile yoktu. Meva sağ elini havaya kaldırır kaldırmaz her iki kuş anında konuverirdi Meva’nın avuçlarına. Meva her zamanki hareketiyle kuşları çağırdı; usulca yemliği gagalarına yaklaştırdı ve kuşlar yemlerini yerken Meva hayranlıkla onları izledi. Gündüz okuldayken Fen dersinde işledikleri canlılar alemini hatırladı, hayalen yaptığı yolculuğu ve tanıdığı hayvanları. “Bu kuşların olması gereken yer evimiz mi yoksa doğa mı? Onların asıl yuvası neresi?” sorusu düştü aklına, ama ya canlılar aleminde işler nasıl gidiyordu? Bugün yaptığı yolculuk Meva’ya özgürlük kavramını sorgulatmıştı, gel-git yaşadı bu yüzden ve bir karar veremedi beslediği hayvanlarla ilgili.
Annesi mutfakta yemekle ilgilenirken babası da salata yapıyordu o sırada. Meva ellerini yıkayıp ailesinin yanına gitti. Annesine sofrayı kurmak için yardım etmek istiyordu. Meva’nın babası mühendis, annesi ise doktordu. Yoğun iş tempolarına rağmen gün içinde yaşadıkları hiçbir sorunu ve işi eve getirmezlerdi. Ev onlar için dünyanın dağdağasından kaçıp sığınılan huzurlu bir liman, dingin bir mekan, gerçek bir yuvaydı… Her gün istisnasız birbirleriyle sohbet eder, birbirlerine zaman ayırırlardı. Meva evin tek çocuğuydu. Aslında bu yaşa gelinceye kadar hep kardeşi olmasını arzulamıştı ama nasip ya, bir türlü olmamıştı. Bu durum onun bazen yalnız hissetmesine neden olsa da bu duyguya alışmıştı zaman içinde. Artık yemek için masaya geçtiler. Yemekteyken konuşmayı pek sevmezlerdi. Yemek saatinde televizyon kapalı olur, telefonlar masada olmaz herkes yemeğini yerdi sadece.. Sohbet etmek onlar için özel anlardandı ve buna hususi zaman ayırırlardı her akşam yemekten sonra. Mevaların sofrasında yemek yerken; çatal,bıçak ve kaşığın tabaklara dokunuşları ve bardağa doldurulan içeceklerin çıkardığı sesler duyulurdu çoğu zaman. O yüzden menüde ne olursa olsun her akşam sofralarında lezzet, huzur ve şükür de vardı. Yemekten sonra Meva odasına geçerek gün içinde öğrendiği konuları tekrar edip ders çalıştı. Ardından annesi ve babasıyla sohbet etmek için oturma odasına geçtiler. Annesi Meva’nın en sevdiği çikolatalı kurabiyeleri de getirip çayları servis yaptı. Meva ailesine o gün Fen dersinde öğrendiği canlılar aleminden bahsetti. Anlattıkça duyduğu heyecan karşısında annesi ve babası çok keyif aldılar. Anne ve babası bir de ona gözle görülmeyen canlılardan bahsettiler. Meva’nın hayreti bir kat daha arttı. Ayrıca babası yarın hafta sonu olduğu için büyükbabasına kahvaltıya gideceklerini söyledi. Meva bu güzel misafirliğin müjdesiyle artık uyumak için ailesinden izin istedi. Anne ve babasını öpüp önce dişlerini fırçaladı, ardından odasına gitti. Masa lambasını açıp günlüğünü çıkardı ve gün boyunca yaşadıklarını gözlemlediklerini tek tek yazdı ve içini döktü. Günlüğünü bugün de doldurmanın huzuruyla yatağına yattı. Küçüklüğünden beri birlikte uyuduğu bebeğine sarılıp uykuya daldı.
Sabah olduğunda, büyükbabasına gidecek olmanın heyecanıyla hemen hazırlandı Meva. Bu defa dünkü gibi unutmadı akvaryumdaki balıklarını ve muhabbet kuşlarını. Yemlerini vermenin mutluluğu ile yola koyuldular. Büyükbabasının evleri onlara bir saat uzaklıkta bir çiftlik eviydi. Meva arka koltukta ve yine cam kenarındaydı. Yeni doğan günün tüm aydınlığı onlara eşlik ediyordu yol boyunca. Meva doğanın tüm güzelliğini seyrederken son günlerde derste işledikleri hayvanları, bitkileri, gözle görülmeyen mikroskopik canlıları düşündü durdu. Büyükbabasının çiftliğine yaklaşınca anayoldan ayrılıp sağlı sollu ağaçların kapladığı orman yoluna girdiler. Ormanın içinden geçerken pencereyi biraz araladı ve sabahın serinliği yüzüne vurdu. Tam o sırada babası sert bir fren yapıp durmak zorunda kaldı. Meva yolun ortasında usulca karşıya geçmeye çalışan bir kirpiyi fark etti. Meva kirpilerin genelde yüksek rakımlı bölgede yaşadıklarını öğrenmişti daha önce. Bulundukları yer de şehre göre oldukça yüksek bir yerdi. Usulca karşıya geçişini bekledikten sonra yola devam ettiler. Bir süre sonra büyükbabasının çiftliği belirmeye başladı. Meva “Babaannem en sevdiğim reçeli yapmış mıdır acaba? Onun çilek reçeline bayılırım.” dedi içinden. Derken varmışlardı çiftliğe. Meva’nın babası bu çiftlikte büyümüş, çocukluğunu burada geçirmişti. Çiftlik o kadar harika görünüyordu ki tıpkı masallardaki gibiydi. Meva babasının burada büyümüş olmasını içten içe kıskanıyordu. Doğayı çok seven Meva, büyükbabasının çiftliğine her geldiğinde çiftlikte gördüğü hayvanlarla söyleşir, tıpkı evde beslediği hayvanlarına yaptığı gibi burada da bazılarına yemlerini verir, her anını dolu dolu yaşar ve buradan mutlulukla ayrılırdı.
Hava biraz serin de olsa Meva sofranın bahçeye hazırlandığını görünce çok sevindi. İlk işi sofraya yaklaşıp çilek reçelini aramak oldu. Evet, babaannesi her zamanki gibi bir kase dolusu kendi elleriyle yaptığı reçeli sofranın tam ortasına koymuştu. Meva reçelin varlığından emin olunca evin içine girip önce büyükbabasının, sonra da büyükannesinin ellerini öptü. Her ikisi de torunlarını havaya kaldırıp bağırlarına bastılar. Annesi sofradaki son eksikleri babaannesiyle sofraya taşıyınca kahvaltıya başlanabilirdi artık. Büyükbabasının dışarıda közde demlediği çayın lezzeti ocakta yapılanlara benzemiyordu. Normalde pek çay içmeyen Meva, tam üç bardak çay içti kahvaltıda. Ayrıca kasede sadece iki çilek tanesi kalıncaya kadar reçeli yemeye devam etti.
Meva eve döndüğünde halen çok üzgündü, bütün hafta sonu odasından hiç çıkmadı. Bu güzel dünyanın insan eliyle bu kadar kirlenmesini anlayamamıştı hiçbir zaman. Annesine “Kitaplar yalan söyledi bize anne.” deyip durdu sürekli. Çünkü kitaplarda yazıldığı gibi değildi gerçek hayat. Hayvanlar kendilerini güvende hissetmediğinde ya da beslenme ihtiyacı duyduklarında avlanırlar. Ya insan, öyle mi? Pazartesi olmuştu, annesi Meva’yı okula kaldırmak için yine aynı maniyi söyledi; şıngıl mıngıl şıngıl mıngıl şıngıl mıngıl okula… Meva her zamanki rutinlerle hazırlanıp okula gitti. İçi çok sıkkındı yüreği darlanıyordu, birkaç ders geçtikten sonra öğretmen panikle sınıfa geldi ve sınıfa şu açıklamayı yaptı “Çocuklar dünya genelinde büyük bir salgın başladı ve çok hızla yayılıyor, bu yüzden tehlike geçinceye kadar bir müddet okulları kapatacağız. Bu süreçte derslerimizi internet üzerinden yapacağız.” Meva öğretmeninden duyduğu bu cümleyi bir kitapta okuyabilirdi en fazla, inanamıyordu. Bütün sınıf öğretmenin dediklerine inanamadı. Meva ne zaman bir daha geleceğini bilmediği sınıfını süzdü, kendine ait dolabına baktı ve çok sevdiği okulunun bahçesini pencereden son bir kez izleyip toplanmaya başladı. Evinden sonra ikinci yuvası olan okulundan böyle mi ayrılacaktı? Bu sahne ancak televizyonda izleyebileceği bir film karesi olabilecekken her şeyiyle gerçekti ve yaşanıyordu. Edilen şikayet kabul edilmiş, beklenen cevap verilmişti doğaya. Yol boyunca bütün insanların tedirginliği yüzlerinden okunuyordu. Herkes koşuşturmayla birlikte bir telaşın, korkunun içinde. Fırınların önünde uzun ekmek kuyrukları başlamıştı bile. Marketlerin rafları daha şimdiden boşalmaya başlamıştı.
Bu garip ruh haliyle eve geldi Meva. Ne zaman bir daha kullanacağını bilemediği okul çantasını her zamanki yerine bırakırken bu defa gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Çünkü artık kantin yoktu, arkadaş yoktu, teneffüs yoktu, sınıf yoktu, öğretmen yoktu yani çok sevdiği çiçekli okulu yoktu. Her şey bir anda olmuş, dünkü deve haberlerinden sonra hayat tersine dönmüştü adeta. Aslında bir anda olmamıştı, uzunca zamandır sabrediyordu doğa bu zulümlere. Bazen derisi için yüzülen bir fok, bazen bir piyano için dişleri çekilen öldürülen fil, bazen toplu katledilen sokak hayvanları; yani hayvanlara yapılan zulüm, sanayi atıklarıyla kirlenen denizler ve orada yaşayan canlılara yapılan zulüm, hormonlarla kirletilen tarlalar; yediklerimize yapılan zulüm, canlılara yuva olan yakılan ormanlar bir zulüm, yuvalarından yurtlarından vatanlarından savaş yüzünden koparılan insanlar bambaşka bir zulüm. Depremle, selle, çığla sahibinin sesini duyuran insanı uyaran doğa daha fazla dayanamadı ve tüm insanlığı gözle görünmeyen bir virüs vasıtasıyla ikaz etti bu kez. Dünyadaki canlıların içinde insandan daha fazla zarar vereni yoktu doğaya. Akşam oldu anne ve babası eve geldi. Küçük bir zaman diliminde kabus gibi çökmüştü salgın tüm insanlığın üzerine. Meva’nın çok üzüleceğini bilse de, yemekten sonra işiyle ilgili alınan kararı açıklayacaktı annesi. Kendisi sağlıkçı olduğu için salgın süresince çalıştığı hastaneden ayrılamayacaktı ve onlara ayrılan misafirhanede kalacaktı uzun süre. Çünkü bu korkunç salgın yüzünden insanlar hayatlarını hızla kaybetmeye başlamıştı dünyada ve sağlıkçılar birer kurtarıcı gibi en ön cephede savaşacaktı hastalık bitinceye kadar. O kadar korkunç bir salgındı ki ölenleri sevdikleri yolculayamıyor, bir daha göremiyor ve törenlerine bile katılamıyorlardı. Meva geçen gece gördüğü kabusu yeni yeni anlıyordu, taşlar yerine şimdi oturuyordu.
Sonraki gün hiç yataktan çıkmak istemedi, okul da zaten yoktu artık. Sürekli uyumak istedi. Geçen gece gördüğü rüyanın devamını görmek bu kabusu hayalen de olsa bitirmek istiyordu. Hala kendini bir bilim kurgu filminin sahnesindeymiş gibi görüyor, biri seslenecek ve kendisi de uyanacakmış gibi hissediyordu ama sahne gerçekti. Bir anda bütün dünya nasıl da bir maskenin arkasına saklandı. Sokaklar bomboş kaldı, insanlar birbirinden kaçmaya başladı. Meva ara sıra penceresinden pencerelerinden dışarıyı izleyen insanlara bakıyordu. O gün hayatının annesiz geçireceği ilk günü olacaktı ve buna alışmak zorundaydı artık. “Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır.” cümlesini geçirdi aklından bir kez daha ve dua etti. Allah’ım hak etmesek de lütfen bir şans daha ver bize ve bu salgını bitir. Bu dünyadan başka gidecek yuvamız yok.
Öğretmeni internet üzerinden ders yapıyordu bazı günler, arkadaşlarını ve öğretmenini görünce biraz daha iyi hissediyordu kendini ama içindeki özlemler gittikçe çoğalıyordu. Okula gidememesi onu çok üzmüştü fakat annesinden uzak kalması onu daha derinden yaralıyordu. Yemek meselesini gündüz bir şekilde hallediyordu, akşamları da babası işten gelince beraber yemek hazırlıyorlardı. Yemekten sonra geleneksel olan sohbetlerini hatırlayınca her şey boğazına düğümleniyordu Meva’nın. Babası normalde çok güçlü bir insandı Meva’nın gözünde, hatta ona çocukluktan beri öğrendiği “benim güçlü kocaman babaaaamm” şarkısını her fırsatta söyler ve beline sarılırdı. Meva biraz iyi hissetmek istiyordu kendisini, yine söylemeye başladı şarkıyı ama babasının bu süreçte omuzlarına binen yükün ağırlığını hissetti. Her çocuk gibi en güçlü gördüğü babasını sonsuz bir sevgiyle seviyordu ama annesi yokken kendini de babasını da boynu bükük hissetmişti. Diğer çocuklar için olduğu gibi Meva için de aile demek anne babanın her ikisine birden dokunabilmek elini tutabilmek demekti her ihtiyaç duyduğunda. Meva eksilen diğer yanını, annesini istedi o an ve Yusuf’u düşündü nedense “Eksile eksile ne kalır ki insandan geriye?” dedi sessizce. Meva için, çok zor günlerdi artık yaşamak ve buna alışması gerektiğinin farkındaydı. Meva eski günlerdeki gibi ailesiyle kırlara gidip babasıyla çimlerine üzerinde yuvarlanacağı, annesiyle parkta dondurma yiyeceği günlerin hayalini kurup geceyi bitirdi.
Günler böylece akıp durdu. Her gün artan vaka sayıları ve ölüm haberleri insanları iyice ümitsizliğe itmişti. Misafirsiz evler, çocuksuz parklar, izole çocuklar kalmıştı geriye. Görüşmeler bitmiş bayramda bile insanlar gidemez olmuştu sevdiklerinin yanına. Dışarıda çalışanlar eve döndüklerinde kendi ailesine dokunup sarılamaz olmuştu. Görünenin çok ötesinde bir gazaptı bu evrenle insan arasında. Bu trajediden Meva’da payını aldı. Meva’nın hasretini dindirmek için annesi çalıştığı hastaneden birkaç saatliğine izin aldı. Meva en güzel elbiselerini giydi, babası onun saçlarını taradı ve artık görüşme için her şey hazırdı. Meva annesini görür görmez sevinçle koşup kucağına atlayacak, bütün nefesiyle annesinin kokusunu içine çekecek ve kendisini annesinin kollarına bırakacaktı sözüm ona. Kapı zilinin çalmasını heyecanla beklerken ansızın babasının telefonu çaldı. Annesiydi arayan. Eve geldiğini, taşıyıcı olma riski olduğundan onların güvenliği için içeri giremeyeceğini söyledi. Meva’yı evin yakınındaki parka getirmesini istedi babasından. Meva konuşmalardan anladı ne olduğunu “Olsun, hiç olmazsa yüz yüze görebileceğim annemi aylar sonra.” dedi. Annesini o kadar özlemişti ki babasından önce çıktı kapıdan. Parka vardıklarında annesi bankta oturmuş onları bekliyordu. İkisi de alışkanlık olsa gerek, ellerini tam uzatacakken dokunmak için birbirlerine, hata yapıp özür dileyen insanlar gibi mahcup geri çektiler ellerini aynı anda. Meva annesine dokunamadan gözleriyle sevdi annesini, onu doğuran ve bu yaşa kadar büyüten annesine bir kez bile dokunamadan geçti saatler. Artık annesinin gitme vakti gelmişti. Meva’nın annesi bütün yetkililerin insanüstü gayretle çalıştığını, bu salgının er ya da geç bir şekilde biteceğini, eski günlere zor da olsa döneceklerini söyledi Meva’ya son olarak. Meva, annesini uzun zaman sonra görmenin sevinci, bu tuhaf ayrılışın hüznü ve biraz da umut dolarak evin yolunu tuttu. Eve varır varmaz masasının başına geçip her bir satırını kaydetti günlüğüne. Birkaç ay sonra salgın sona erdiğinde Meva eline günlüğünü aldı, yazdıklarını okudu, anne ve babasına dönüp şöyle söyledi “Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır.” Annesine bir çay koymasını söyledi babası. Her şeye yeniden başlayacaklardı Meva ve ailesi, insanlık yeniden başlayacaktı her şeye…
KUDÜS BASIN AÇIKLAMASI
AHVAL BUNDAN İBARET
MEVA
ERDEMLİ İNSANIN ÖZELLİKLERİ
Çanakkale-Gazze Hattında İnsan-ı Kâmili Aramak
Bizimle canlanacak nice umutlara doğru
Örgütlü olmanın bereketiyle birleştik, birleştikçe büyüdük ve güçlendik
Psikopatik zevzeklerin kuru gürültüsü
Öğretmenlik Meslek Kanunu iptal davası
FİLİSTİN DİRENİŞİ, MÜSLÜMANLARIN GELECEĞİ VE EMPERYALİZMİN ÇÖKÜŞÜ